30 Temmuz 2019
BU ÜLKE CEMİL MERİÇ
Meriç: ‘Din Avrupa için bir afyondur, bütün ideolojiler gibi. Avrupa’nın tarihi, bir sınıf kavgası tarihidir. Osmanlı için şuurdur din, tesanüttür. Sevgidir. Osmanlı toplumu insan haysiyetine ve inanç birliğine dayanır.’

VAN YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ

EDEBİYAT FAKÜLTESİ

SOSYOLOJİ BÖLÜMÜ

 

KİTAP ÖZETİ

 

M. Salih GEÇKEN

 

 

BU ÜLKE

 

Cemil Meriç

İletişim Yayınevi, 58 nci baskı, İstanbul, 2018

Hazırlayan: M. Salih GEÇKEN

 

1974 yılında Ötüken Yayınevi tarafından ilk baskısı yapılan ‘Bu Ülke’ yi Cemil Meriç’in oğlu Mahmut Ali Meriç hazırlamıştır. 341 sayfadan oluşan kitap otobiyografi, Cemil Meriç Kronolojisi ve kanaviçe dışında beş bölümden oluşmaktadır.  MEB Yüz Temel Eser listesine de alınnan ve çok beğenilen  ‘Bu Ülke’ kitabı Cemil Meriç’in en çok okunan kitaplarındandır.

 

Cemil Meriç hayattayken otobiyografisini yazan oğlu Ahmet, Cemil Meriç'in biyografisini yazmanın zorluğuna işaret ederek ‘Cemil Meriç’le ilgili, o daha hayattayken bir biyografi yazmak çok zor ve biraz da zamansız geldi bize. Kaldı ki, Cemil Meriç’in “jurnal”inde, mektuplarında, kitaplarında, kendisiyle çeşitli zaman ve vesilelerle yapılmış röportajlar da öyle bir kendini tanıma ve tanıtma çabası var ki, kendini tarh gayreti, öyle sayfalar, öyle itiraflar, anılar, düşünceler var ki, otobiyografik bir derleme için malzeme hazır gibi’ derken kolaylığına da işaret eder. (shf 9)

 

Ailesi Rumeli Türklerinden olan ve Asıl ismi Hüseyin Cemil olan Cemil Meriç, 12 Aralık 1916’da Hatay’ın Reyhaniye ilçesinde dünyaya gelmiştir.

 

Meriç dört yaşında, okumayı öğrenir. Dört yaşındayken gözleri dört miyop olan bir çocuktur.

 

Fransız idaresindeki Hatay'da Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya Sultanisi'nde okudu. 1940'da İstanbul Üniversitesi'ne girip Fransız Dili ve Edebiyatı öğrenimi gördü.

 

Cemil Meriç bir süre ilkokul öğretmenliği, 1942 ve 1945 yılları arasında Elazığ lisesinde, 1952 ve 1954 yılları arasında ise İstanbul`da Fransızca öğretmeni olarak çalıştı. Bir dönem nahiye müdürlüğü ve Tercüme kaleminde reis muavini olarak çalıştı. İstanbul üniversitesi Edebiyat fakültesinde yabancı diller okutmanlığı görevinde bulundu. Sosyoloji bölümünde dersler verdi.

 

1955'de gözlerindeki miyobunun artması sonucu  38 yaşında görme yetisini kaybetti. 1984'te, önce beyin kanaması, ardından felç geçirdi, 13 Haziran 1987'de hayatını kaybetti.

 

Fikir hayatımızı raksa çıkan karnaval balosuna benzeten Meriç, aydınlarımızı fikir taşıyan kölelere benzeterek ‘Tanımıyoruz onları, nereden geliyorlar bilen yok. Fir’avunlara benziyorlar, kalabalığa çehrelerini göstermeyen fir’avunlara. Ve aydınlarımız, o meçhul heyulalar için ehramlara taş taşıyan bire köle’ olduğunu söyler. (79)

 

Sağ ve sola eleştirilerine devam eden Meriç ‘Sol’la sağ, bu karanlık kafilenin öncülerinden ikisi derken,  kavganın artık insanla kader arasında olmadığını, insanlarla kelimeler arasında olduğuna vurgu yapar.

 

Sağ’la solun yeni bir hüviyetle politikaya sıçrayışının Fransız ihtilaliyle yaşıt olduğunu söyleyen Meriç ‘Sağ ve solun toplum yapımızla ilgisi olmayan iki yabancı’ olarak tanımlar.  …… Habis Avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne? Bu maskeli haydutları hafızalarımızdan kovmak ve kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu ’dur, der (81)

 

Günümüzde hala tartışılan gerici tanımlaması üzerinden de çok farklı bir perspektifle değerlendirerek ‘Murdah halden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.’ der.

 

Yobazlık tanımı da devrinin aydınlarından oldukça farklıdır. Meriç yobazlığın, Şarkın nefsi müdafaası olduğunu söyleyerek ‘Yobaz, samimiyet, yobaz kendini bir nass’a hapseden idrak; bir nass’a yani sonsuza. Yobaza düşmanlık, tarihe düşmanlık. Yobaz biziz, en güzel tarafımızla biz.’ diyerek birçok aydının vayih üzerinden yaptığı tanımlamaya karşı çıkar. (91)

 

Meriç, her türlü izm’de karşıdır. Avrupadan geliyor olmasından ötürü itibarlandığına işaret ederek ‘İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe’lerinden geliyor. Hepsi Avrupalı.’ der.(92)

 

İdeolojilerin peşinde koşanların yönünü kaybettiğini, rotasız olduğunu, ideolojilere kapılanları sloganların yönettiğini ifade eder. ‘Karanlıkta kavga olmaz. İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. İstemesek de onlara muhtacız. Kaosu kaos yapan insan zekası, tecrübelerini ideolojilerde sergilemiş. İdeolojiye düşmanlık tek izm’e teslimiyettir. ….. İdeolojiler siyaset dünyasının haritaları. Haritasız denize açılınır mı? Ama harita tehlikeli bir yolculukta tek bir klavuz olmaz. Pusulayada ihtiyaç vardır’ tespitinde bulunur. Pusula: Şuur. Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru. İdeolojilerin peşine takılanlar pusulasızdırlar. (95) Cemil Meriç tarih, milliyet ve kişilik şuurundan yoksun bir kişinin ideoloji saplantısının onu yanlış yönlere kaydıracağına, yönünü kaybettireceğin işaret eder.

 

Tarihsel ve kültürel şuurdan kopuk batılılaşma çağdaşlaşma övgüsüyle Tanzimat’la beraber tanıştığımızı belirtir ve bu tarz övgüyü  sert bir dille eleştirir. ‘Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye. Daha doğrusu, aynı nazenin taze bir makyajla arz-ı endam etti. ……. Çağdağlaşmak, Avrupa’nın yeni bir ihraç metat, kokain ve LSD gibi…. Şuuru flece uğratan bir zehir. “Çağ-dışılık” ithamı, iftiraların en alçakçaşı, en abesi. Aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlaşmak neden Hıristiyan Batı’nın putlarına prestij olsun’ derken çağını iyi okuyamayan aydınların da yanlışlarını ifade etmekten çekinmez. (99) Yaşadığı dönemde “Çağdaşlaşmayı” Avrupa’yı taklitte indirgeyenlere, kendi değerlerinin önemine dikkat çekerek, uyarılarda bulunur.  Bunu bir kölelik olarak algılar. ‘Biz apayrı  bir medeniyetin çocuklarıyız; düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insancıl bir medeniyetin’ karşılaştırmasıyla, kendi medeniyetimizin Avrupa medeniyetiyle kıyaslayarak, aslında kendi medeniyetimizin daha iyi olduğunu vurgular. (99)

Bizdeki sosyologları kendi kültürlerini tam olarak tanımlayamadıklarını, Avrupa’yı onların yönlendirdikleri kadar tanıdıkları eleştirisin yaparak:  ‘Dostoyevski, “Avrupa’yı kendimizden çok daha iyi tanıyoruz,” diyor. Biz ne kendimizi tanıyoruz, ne Avrupa’yı. Tarihimiz mührü sökülmemiş bir hazine. Sosyologlarımız bir Kızılderili köyünü keşfe gider gibi, alan çalışmalarına koyuluyorlar. Avrupa’yı Avrupa’nın istediği kadar tanıyoruz’  derken, toplumsal hafıza kaybının sorumlularına işaret eder. (108)

 

Tek kaygısı para ve kendini yığın haline getiren bir milletin payidar olamayacağını, atlar için harcadığımız, yani bahis için yani kumar için harcadığımız  parayı kitaplar için harcadığımızla kıyasladığımızda yerin dibine girmemiz gerektiğini, belirtiyor. ‘Kitap sevene kitap delisi diyoruz. Kimseye at delisi dediğimiz yok. Kitap yüzünden sefalete düşen görülmemiş.  At uğruna iflas eden edene’ tespitiyle birlikte (111) ‘Felaketimizin kaynağı kültür yokluğu’ (112) olduğunu da belirtiyor.

 

Okumanın önemine değinen Meriç, okunanların tekrarının okuma olmadığını, okurken de kişiliğin korunmasına dikkat çeker. ‘Başkalarının sözleriyle yetinmek, her konuda başkasının anlayışına, başkasının fikirlerine başvurmak, alışkanlıkların en kötüsü. Kitapta okudum, gazete yazıyor gibi sözleri iradenin ve kişiliğin yokluğunu gösterir. Aşırı ve düzensiz okuma hafızayı, düşünce mekanizmasını bozar. Hasta gündelik hayattan kopar, çevresinde olup bitenleri göremez, anlayamaz.’ tespitiyle yanlış okumanın insanı tekrara düşürdüğüne, gerçek yaşamdan kopardığına, bununda zararlı bir okuma olduğu tehlikesine işaret eder. (116)

 

Kendi değerlerinden koparak batıyı taklide yönelen aydınları kökünden kopanlar olarak nitelendiren Meriç, Şarkın ölümünün Fransız ihtilalinden sonra olduğunu, Osmanlının batı medeniyetinin farkına varmasının da bu dönmenle olduğunu söyler. Edebiyatımızın ve düşüncemizin bir gölge gibi olduğunu, zirveden uzaklığının ve zirveden  kopukluğun olduğunu belirtir. Meriç ‘Genç  batının, he nazına, her cilvesine katlanan ihtiyar birer aşık olduk’ tespitiyle, batıya olan hayranlığımızı eleştirir. (139) Dönemi aydınlarını da ‘Türk düşünce tarihi, ülkesiyle göbek bağını koparan bir intelijansiyanın dramı’ olarak eleştirir. (141)

 

Türkiye’de tarihinde mahkemede ‘Marksist’ olduğunu söyleyen ilk kişi olarak tarihe geçen Meriç, ‘Demokrasi ve İslamiyet’  değerlendirmesinde ‘Demek ki İslamiyet’in temel mefhumu: Eşitlik. Bu bir amaç değil, bir hak’ olduğuna işaret ederek ‘ Evet, İslamiyet bir kanun ve nizam hakimiyeti (nomokrasi)dir. Batı’nın gerçekleştirmeğe çalıştığı eşitliği çoktan fethetmiştir. Fikir hürriyetini, insanı insana saldırtan bir tecavüz silahı olarak, bir ikaz, bir irşat vasıtası olarak kabul etmiştir. Demokrasinin ta kendisidir İslamiyet’ diyerek batıyı taklitten öteye geçemeyen döneminin aydınlarının haksız değerlendirmelerinin önündeki set olur. (173)

 

İzm’ler aydınların dinidir, der. Her izm’in toplumu parçalayan bir unsur olduğunu söyleyen Meriç: ‘İslam insanı parçalamaz. İrfan, kemale açılan kapı, amelle taçlanan ilim.  Batının “kültür”ünde bu zenginlik, bu ihtişam, bu hayata istikamet veriş yok’ tur derken toplumların kültürel farklılıklarına da işaret eder: (173) Almanın, Fransız’ın kültürel farklığının düşünce dünyasına sirayet ettiğini kültürel değerlerin gündelik yaşamı ve toplumsal değerlendirmelere etki ettiğini ‘ Avrupa’nın kılı kırka ayıran tahlilci zekası bilgiyi dünyevi ve dini diye ikiye böler. O’na göre dini kültürle ladini kültür farklı mefhumlardır. Dünyevi kültür ne demek? Kültürü toprağa zincirleyen bu anlayış d bir ideoloji, yani bir aldatmaca değil mi?’ sorgusuna yönlendirir. (176)

 

Batının hakimiyetini kendi kültürüyle yaygınlaştırmaya çalıştığını: “Batının dünyevi dediği kültür ise, hakimiyetini tahkim için düşman ülkelere ihraç ettiği sefil bir ideoloji. Taarruzun hedefi haçlı seferlerinden beri aynıdır; kılıçla kazanılmayan zaferi yalanla kazanmak. İdeolojiler tahribe yeltendikleri imanın yerine sahtelerini ikamet etmek için uydurulan birer ersatz’dır’ diyerek batının sömürge mantığının kültürle sürdürüldüğüne belirlerken, kültürel değerlerle yaşamanın daha doğru olduğunu söyler. (shf176) Ayrıca dinin huzura kavuşturan yönünün tecrübe edilmişi bir manzume olduğunu da sözlerine ekler.

 

Din afyondur, tartışmalarına da değinen Meriç: ‘Din Avrupa için bir afyondur, bütün ideolojiler gibi. Avrupa’nın tarihi, bir sınıf kavgası tarihidir. Osmanlı için şuurdur din, tesanüttür. Sevgidir. Osmanlı toplumu insan haysiyetine ve inanç birliğine dayanır.’ Tespitiyle kültürel farklılıkların toplumlar arasında farklılığa işaret eder. Meriç: ‘Osmanlı’nın tezadı Avrupa’dır. Batı’da maddecilik batılın hisarını yıkan bir dinamit, hür düşüncenin dinamiti; Osmanlı İmparatorluğu’nda maddecilik bir kendi kendini tahrip etme cinneti’ der. (180)

 

YENİ BİR İDEOLOJİ

Meriç sosyolojiyi bunalım ve krizlerin çocuğu olarak nitelendirirken, nesillerin uyanmasını önleyen sahte bir bilim olarak değerlendirir.

 

 Meriç sosyolojinin öncüsü olarak kabul edilen Comte için: ‘İhtilalin ölüme mahkum ettiği Katolikliği, “İnsanlık dini” ismi altında hortlatan bir yarı deli. Durkheim, sarsılan düzeni rasyonalizm rayına oturtmaya çalışan bir haham torunu. Ortak vasıfları kötü birer nasir olmak. ’tır, der (185)

 

Meriç: ‘Amerikan sosyolojisinin ilk amacı, Amerikan iş çevrelerinin mutlak hükümranlığını sağlamak; ilk keşiflerinde biri sosyodrama. Sosyodramanın temelinde şöyle bir peşin hüküm yatar; Amerikan toplumu mümkün dünyaların en iyisi , ama işletmelere ufak tefek aksaklıklar görülüyormuş’ tespitiyle sosyolojinin insanların tahakküm altına almak için kullanılan bir disiplin olduğuna işaret eder.(186). Sovyet sosyolojisinin de sosyolojinin karikatürü olduğunu belirtir.

 

Doğu söz konusu olduğunda Avrupalıya göre sosyolojinin iki düşman kardeşi gibi görünen Marx’la Weber’in anlaşmazlıklarını unuttuğunu, fikir ortaklığında birleştiklerini: ‘Doğu söz konusu oldu mu, rakipler anlaşmazlıklarını unuturlar, coğrafi kaderciliği “Bilimsel” bir hakikat bir gibi sergiler Marx; “ülkedaş”larının Doğu’yu sömürürken vicdan azabı duymamaları için, bir kurt masalı uydurur: ATÜT.(187)

 

Meriç tarihin Avrupa ile başladığını söyleyen Weber’i; ‘ Tarih bir Avrupa ilmidir, Weber’e göre. Oysa Mukaddime 1860’larda Fransızcaya çevrilmiştir. Geniş tecessüslü bir bilim adamının bu büyük kitaptan habersiz oluşu düşünülebilir mi? Ne çirkin samimiyetsizlik’ diyerek, öncü olmadığı konularda bile Avrupa’nın öncelemesini ret eder. Avrupa’yı her şeyin öncü gibi gören dönemin aydınlarına da gerçekliğin öyle olmadığını gösterir. (188)

 

Meriç, Batının Doğuya bakışının sorunlu olduğunu görmekte ve bu sorunlu bakışı işlemekten de çekinmemektedir. Batının haksız övünmelerine karşıdır. Batının gerçek yüzünü bizlere göstermeye çalışan Meriç: ‘Mentesquieu, Doğu despotizminden söz eder. Düşünmez ki despotizmin alası perestişkârı olduğu İngiltere’de ve tebaası bulunduğu Fransa’dır. Ne beyzadelerin dillere destan zulümlerini, ne isim hanesi açık tevkif emirnamelerini hatırlar. (194) Meriç Mentesquieu’nun Türklere saldırısını gülünç bulur. “Türkler dünyanın en çirkin insanları idi. Karıları da kendileri gibi kaknemdi. Rum dilberini görünce akılları başlarından gitti. Başladılar kız kaçırmaya. Zaten ezelden beri hayduttular.” Vs. “Türkler eşek olacak öbür dünyada. Yahudileri sırtlarında cehenneme taşıyacaklar. Bütün kavimlerin en cahili” tanımlamaların batılı yazarların dürüstlükten ve ciddiyetten uzak olmalarından kaynaklandığı söyleyerek “Batı irfanının aşinası olanlar için bu hükümlerin tek orijinal tarafı terbiyesizliktir’ der. (194)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorum Ekle



M.SALİH GEÇKEN
Copyright, 2017 © M. Salih Geçken - Kisisel Web Sitesi